“Beş dakkada değişir bütün işler” diye o kadar çok söylemişimdir ki, sayamam. Ama benim hayatımın da beş dakkada değişmesi inanılmaz bir deneyimdi.
Beş dakkada acıları, beş dakkada heyecanları, beş dakkada korkuları, beş dakkada sevinçleri, beş dakkada neler neler'i yaşadık ki biz bile şaşırdık..
Hayatımın bir ayını, geçen senenin ağustosunu, beş dakka süren – sürmeyen bir telefon görüşmesi sonrası arabayla uçarak gittiğimiz Antalya'da yaşadık. Öyle ki, 12 saati 8 saatte gittik, iki gün orucumuzu açmayı bile düşünemedik. Dua etmekten başka hiçbirşey yapmadık sanırım, bir de asgari müşterekler: Tuvalet, su, sevk işleri, ambulans bul, kan bul, dua et.
Sonra silkinip kendimize geldikten ve pozitif bakış açımızı ele aldıktan sonra değişti her şey.
Hastanenin bahçesine yerleştik, bir masaya; ümidimizi de masanın baş köşesine yerleştirdik. Çevremizdeki diğer masalarda yaşayan diğer yoğun-bakımda-hastası-olanlar' la birlikte tam bir buçuk ay yaşadık orada. Tüm gün ve tüm gece hiçbirşey yapmadan – ama bu kelimenin tam anlamıyla hiçbirşeydi: Birkaç sudoku, birkaç çengel bulmaca, tüm günlük gazeteleri okumak ve dua etmek haricinde- sadece öğlen 11'de yoğun bakımdan sorumlu kıdemli asistanın görüşme odasına gelip, bizim, yani 4 numaralı yatağın yakınlarının sırası geldiğinde, “Ayça hayati tehlikeyi atlattı” demesini bekleyerek.
Ama demedi, tam bir ay, bir kez bile, “Ayça düzelecek” demedi. Hatta “Ayça yaşayacak” bile demedi. Hatta Ayça'ya Ayça bile demedi. 4 numara dedi. Hepsi öyle dedi. Bir gün biz ona “Ayça yaşayacak” dedik, deli misiniz der gibi baktı yüzümüze. Sonra cıvıdık, umudumuzu onlara da bulaştırdık, Ayça'nın yüzüne baktıklarında 4 numara değil de insan evladı görmeleri için çok uğraştık, görüşme saatlerinde şakalar yaptık, “Bülent Başkan” dedik, onlara dondurma, kola, hatta biberli ekmek bile götürüp ikram ettik. Her gün her gece yaptık bunu. Biz yoğun bakımın kapısındaki kocaman bordo koltukta uyur – uyumaz, onlar kapının arkasında kardeşimin yanında uyumaz – çalışırken. Onları her gördüğümüzde selam verdik, gülümsedik, hatta hep gülümsedik, hiç ağlamadık (istisnalar hariç). En sonunda inandırdık onları da, “Ayça” dediler bir gün, “hayati tehlikeyi atlattı diyebiliriz”. Ama eklediler, “burası yoğun bakım, her an her şey olabilir”.
Biraz da kendi resmimi çizeyim, dayanabilirsem ağlamadan. Tam bir ay ayrılmadım o kapının önünden. Hiçbir yere gitmedim. Bazen bahçeye çıktım, masamıza, ki başlarda onu bile yapmadım. Sanki yoğun bakımın kapısından itibaren çizilmiş görünmez bir halka vardı ve o halkanın dışına çıkarsam kötü bir şey olacakmış gibi. Geceleri bile orda, o bordo koltukta uyudum. Biraz pis kokuyordu, evet. Biraz rahatsızdı, evet. Ama beni kardeşime bağladı o koltuk. Teşekkür ederim kendisine.
En sonunda bir gün, dedik ki, “artık yoğun bakımdan çıkartın Ayça'mızı bize verin”. Ama mı ki, olur mu ki, olmaz mı ki, derken, annemle Begüş çarçabuk bir iş için bi yere kadar gitmişken, çıkarıverdim kardeşimi ordan, servise odaya götürüverdim.
Sonra bir ya da iki hafta sonra, bu kez benim hastanemde yatar, nefesimizi açmaya, genel durumumuzu düzeltmeye çalışırken, bu kez de kendi hastanemden kaçırıp eve götürüverdim onu.
Bitti işte hastane günleri. Çok şükür. Çok şükür.
Bir sabah evimizde uyandık. Bir baktık ki, iyiyiz.
Bak, şunlar da oldu Aycuş sen uyurken:
- Biz Damla'dan herşeyi sakladığımızı sanırken, bir gün, bir başkasına “Aycuş yaşıycak hiçbirşey olmayacak ona” derken duydum onu.
- Onuncu evlilik yıldönümüzü oldu, bahçedeki masaya çiçek gönderdi sevgilim.
- Antep'ten bir arkadaşımın gönderdiği nefis baklavanın tadı ağzımızdan gitmemişken, komşu masadan bir kadın, yarım kutu pek uyduruk, şekeri şirelenmiş kötü bir baklava ikram etti, şunu diyerek: “Buyrun alın, zaten çöpe atacaktım”
- Kan bankasında plajdan mayoyla, kafasında şapkayla gelmiş tipe söylenirken, hastaneye böyle gelinir mi diye, baktım ki sana kan vermeye gelmiş.
- Kipa'dan bir temizlik görevlisi arayıp, “patrondan izin alırsanız gelip kan vereyim” dediğinde ağladım.
- Üç hafta sonra bir aynaya baktım ki, üzerime evde giydiğim penye etek, plaj terliği ve bir tişört. Gideyim de alışveriş merkezinden kendime birşeyler alayım dedim, gidip abiye bir elbise alıp geldim; gerçekten yaptım bunu.
- Yine üç hafta sonra biri, “biliyor musunuz Antalya deniz kıyısında” dedi. İnanamadık. Antalya'nın hastanenin bahçesinin dışında da bazı kısımları olduğunu farketmemişiz. Sonra madem öyleyse diye, Begüş'le gidip sabahın yedisinde bir denize batıp geldik. Ama mayoyu nerden bulmuştuk onu hiç hatırlamıyorum.
- Bayramda çocuklarım da gelmişti, onlarla bayramı hastanenin bahçesinde geçirmiştik. Bayramlıklarıyla çimlerde tepişmişlerdi. Ama ne güzel bir bayramdı o, seni yatağınla yoğun bakımdan çıkarıp göstermiştik çocuklara.
- Sen yoğun bakımdayken Efo'nun hediye ettiği aypedi getirdiğimizde sevinmedin, oyun oynamadın diye bozulmuştuk. Bi de uykusuz dergisini okumadın diye. Şimdi düşünüyorum da ne saçmaymış.
- Bir de ilk gece bahçede bankta uyuklarken Begü'nün cebinden senin ayfonunu çalmışlardı. Ne insanlar var. Ama Allah cezalarını vermiştir bence.
Ama Aycuş biliyor musun, biz bir an bile, ama bir an bile, ümidimizi yitirmedik. Hem de hiç.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder